"Hac Yolunda Bir Karınca"

"İlim, gurbette vatan; cehalet, vatanda gurbettir." İbni Rüşd

30 Kasım 2021 Salı

Şevket Pamuk: “Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç'i (1934-2021) anmak”


Şevket Pamuk: “Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç'i (1934-2021) anmak”  

Şevket Pamuk’un merhum Mehmet Genç hocamızla tanışma serüveni, Osmanlı iktisat tarihindeki yeri ve katkılarını anlattığı “Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç'i (1934-2021) anmak” başlıklı makalesine aşağıdaki bağlantıdan erişebilirsiniz:

Save PDF



Remembering Mehmet Genç (1934–2021), economic historian of the Ottoman Empire



I first learned of Mehmet Genç in the 1970s when I was a doctoral student. The papers of an economic history conference held at Hacettepe University were published as a book and one of them caught my attention. In one of his earliest papers, Genç was making an important proposal for Ottoman economic history studies at the time. Supported by a strong economic history framework, he wrote that it may be possible to establish the rates of growth of different sectors of Ottoman manufacturing during the seventeenth and eighteenth centuries by tracing the changes over time in the sale prices of Ottoman tax units called malikane. For a young academic who was thinking about ways of using the Ottoman archives for quantitative economic history, this was a novel and exciting approach. In later years this method did not prove practical because the prices of many of the malikanes did not change over time. Nonetheless, I had learned Genç’s name and became acquainted with his work.

From the earliest days I met Genç, I became aware I was talking to an exceptional scholar who had read widely in social sciences, economics, history, and economic history. Genç was always ready to share his ideas and insights. He was always open to the exchange of ideas, had an exceptional sense of humor, and enjoyed telling jokes. All historians who worked in the archives were aware how well he knew the archives and how much he was willing to help the researchers working there.

What made Genç special, in my opinion, was not his knowledge of the Ottoman archives but his ability to bring together his knowledge of the archives with his knowledge of economics and economic history. As Fernand Braudel and many others have often emphasized, it was his knowledge of economics and economic history that enabled Mehmet Genç to ask the important questions in Ottoman economic history and develop his own answers.

The big problems Genç focused on and the big questions he asked in Ottoman economic history revolved around what this large empire was able to do well and where it had problems. As he stated in his writings, he explored how the empire was able to expand so rapidly and how it was able to survive for centuries after it began to lose territories, where it found the energy to resist even though European countries to its west were developing and getting stronger with time.

In the questions Genç asked and in the answers he provided, the state has been at the center. Because the documents they work with come mostly if not entirely from the state archives and are prepared by the state, Ottoman historians have been rightfully criticized for being state-centric. It is certainly true that for good economic history, it is not sufficient to look at the state alone but to take into account other structures and actors as well. It is also true, however, that many of the key questions in economic history cannot be satisfactorily answered without taking the state into account. States, especially the states of large empires, play key roles in shaping, adapting, and transforming the institutions of the empires. In recent decades, economics and economic history have been placing, once again, greater emphasis on the role of the state, and more generally, institutions. In short, while staying close to the documents of the state certainly has its drawbacks, looking at the state as Genç did in a large part of his work certainly had its advantages as well.

One of the most important hypotheses that Genç developed in the small number of insightful and influential studies he published in Ottoman economic history concerned the priorities of the Ottoman state in economic and related matters. He pointed to three priorities: fiscalism or tax collection and the balancing of the state budget; provisioning of the urban areas and above all the capital city; and traditionalism or the preservation of what was perceived as the traditional order and social structure. To be clear, these principles do not tell us how the economy of the empire worked because the state did not have the power to direct the economy to that extent. However, we can agree that these reflected the priorities and goals of the Ottoman state in economic matters. To what extent the Ottoman state was able to stay close to these goals and to what extent the outcomes were consistent with these priorities varied, however, from one period to another.

Surely, these priorities were not unique to the Ottomans. Before the Industrial Revolution and the age of industrial capitalism, all states, to varying degrees, had to take these priorities into account. In fact, more than its power, the priorities Genç identified for the Ottoman state reflected the limits to the powers of the Ottoman state in economic matters, and more generally, they reflected the limits to the powers of other pre-industrial or pre-modern states, especially of states of large land-based empires.

Mehmet Genç made important contributions to our understanding of the economic history of one of longest-lasting empires in history. As he often emphasized, his legacy and his contributions, including his focus on the priorities of the Ottoman state, would be best served if they continue to be discussed and debated rather than merely accepted by historians and economic historians. For example, exploring the reasons and structures behind these priorities will help us better understand the Ottoman economy as well its society and politics. Only then will it be possible to better understand the economic history of this large empire and its place in world history.







Published online by Cambridge University Press:  29 November 2021    

Save PDF






Share:

13 Mayıs 2021 Perşembe

Mehmet Genç: "16. Yüzyıl Osmanlı Dünyasına Genel Bir Bakış"


Mehmet Genç: "16. Yüzyıl Osmanlı Dünyasına Genel Bir Bakış"


Share:

9 Mayıs 2021 Pazar

Engin Deniz Akarlı’nın Gözünden Mehmet Genç…

 


Engin Deniz Akarlı’nın Gözünden Mehmet Genç…


Mehmet Genç Hoca, genç-yaşlı, kadın-erkek, doğulu-batılı veya doğucu-batıcı… böyle farklı özelliklere sahip her çevreden gelen herkesin yürekten sevdiği ve saydığı bir insandı. Mehmet Genç Hoca’mızı bu mertebeye taşıyan hasletleri, onu anmak için yaptığımız bu toplantıya katılanlar yakından bilirler. Başta güler yüzü, sakin tabiatı, tevazuu, ilim ve irfanı, hoş sohbeti, alicenaplığı ile hepimizin yüreğinde taht kurmuş bir insandı, Mehmet Genç. Onun için de hala aramızda olduğunu hissediyoruz, biliyoruz.



Mehmet Genç Hoca’yı (benim için Mehmet ağabeyi) ilk 1973 Kasımında tanıdım. Nerede olacak, arşivlerde! Doktora tez araştırması için kolları sıvayıp arşivlere ilk girdiğim o günlerde, arşivler, Bâb-ı Âli’de, vilayet binasının arkasındaydı. Çalışan araştırmacıların sayısı fazla değildi. Sakin ve samimi bir ortamı vardı Havaların güzel olduğu günlerde öğlen paydosunda arkada iddialı voleybol maçları dahi yapardık. Arada, çevredeki yemekleri kaliteli fakat fiyatları ehven esnaf lokantalarını ziyaret eder, tarih ve tarihçilik üstüne yaptığımız sohbetlerle şenlendirirdik. O ortamda, İstanbul Üniversitesi İktisat Tarihi Enstitüsü asistanlarından Tevfik Güran ve Yavuz Cezar ile iyi dost olduk. Onlar da tez araştırması aşamasındaydılar ve sık sık arşive geliyorlardı. Sonra da, malumunuz, o zaman yine aynı enstitüde olan Mehmet Genç ağabey ve rahmetli Halil Sahillioğlu ile tanışmak nasip oldu. O enstitünün nasıl önemli işler yaptığını ve belki en önemlisi nasıl iyi, titiz araştırmacılar yetiştirdiğini yakinen gördüm.

1976’da Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalığa başladıktan sonra da Mehmet Genç ağabey ile zaman zaman görüşmek mümkün oldu. Bu arada bana çok büyük bir iyilikte bulundu. Benim arşivlerde çalışma izni almakta hep sıkıntılarım oldu. 1980’de askerler memlekette dizginleri ele aldıktan bir süre sonra benim de araştırma iznim iptal olmuştu. Tabir caizse, arşivlerden geçinen benim gibi meslekten bir Osmanlı tarihçisi için bu iptal ağır bir darbe idi. Mehmet ağabey devreye girdi. Meseleyi yakın arkadaşı ve çok sevip takdir ettiği Erol Güngör hocaya taşıdı. O zamanlar, rahmetli Erol Güngör Bey, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarının önemli komisyonlarında çalışıyordu. Neticede, onun ve Mehmet Genç ağabeyin tavassutlarıyla arşivde çalışma iznim iade edildi.

Bu müjdeyi bana verirken Mehmet ağabey en dost, en sıcak sesiyle bir nasihat de etti: “Artık sen de ikinin biri siyasetle uğraşma, lütfen,” diyerek. Üzülmedim desem yalan olur. Çünkü baskıcı rejimlere, hukuksuzluklara karşı çıkmak siyasetse, karşı çıkmamak da siyasettir. Mehmet ağabeyimin bu öğüdünü pek dinlemeyerek 1997’de askerler yeniden boy gösterdiğinde ben de bazı yaramazlıklar yaptığım için iznimi yeniden kaybettim. Oysa bir işin ortasındaydım ve arşivlere dönmem lazımdı. O zaman da İktisat Tarihi Enstitüsü’nde ve ayrıca Bilim Sanat Vakfı’nda yetişmiş bir başka dost, Coşkun Çakır hocamız imdadıma yetişti. İzin yasağını o zaman kaldıramadı ama arka kapıdan arşive girip ihtiyacım olan dosyalara bakmama yardımcı oldu. Mehmet Ağabey de ihtiyacım olan bazı belgelerin fotokopilerine ulaşmamı sağladı. Yani hala siyaset yapıyorum filan diye bana hiç kızmadı.

İstanbul Şehir Üniversitesi’nde 12 Mart 2019 tarihinde düzenlenen Kemal Karpat’ı anma programında Engin Deniz Akarlı ve Mehmet Genç aynı karede.

Mehmet Genç ile her konu konuşulabilirdi. Bu konuşmaların, tartışmaların pek çoğuna önemli gözlemler ve bilgiler ile katkıda bulunurdu. Söylediklerini canlı ve zeki nüktelerle veya çok geniş olan bilgi dağarcığından çıkardığı veciz sözlerle besleme mahareti ise anlattıklarına başka bir güzellik katardı.

Mehmet Genç, ufukları geniş ve sohbeti tatlı bir insandı. Bunu belki en iyi bilenler, Şehir Üniversitelilerdir. Özellikle Altunizade kampusunda olduğumuz yıllarda, orası evine yakın olduğu için, Mehmet ağabey sık sık kampusa gelir, öğlen yemeklerini de orada yerdi. Onun masasında daima birçok arkadaş toplanır, gayet ciddi konularda esaslı sohbetler yapılır fakat o sohbetler de sık sık kahkahalarla kesilirdi. Değişik bölümlerden arkadaşları bir araya getiren bu sohbetler, herkes için yeni ufuklar açar, yeni bilgiler edinmeye vesile olurdu. Sonunda da Mehmet ağabeyin nükteleriyle ve dost meclislerinin sağladığı hazla yürekler şen, herkes tazelenmiş bir çalışma azmiyle ofisine döner ve şevkle işine sarılırdı.

Kendi hesabıma, Mehmet ağabeyi uzun süre görmesem üzülür, bazen sırf bir merhaba demek için uğrardım. Onun güler yüzü, iyi kalbi ve iyilik dilekleri sayesinde günümün daha güzel ve huzurlu geçeceğini düşünürdüm.

Mehmet Genç’in iktisat tarihine ve tarihçiliğine yaptığı katkılara değinmeyeceğim, zira bunlar hakkında pek çok güzel yazı yazıldı, sözler söylendi. Daha da yazılacak ve söylenecek. İki hususa değinmekle yetineyim: Bir, Mehmet Genç’in sahaya katkıları, bizlere ve esas yeni yetişen genç tarihçilere mirası ve emanetidir. Onları dikkatle değerlendirip daha ileri taşımak ve yetersiz kaldığı yerlerde aşmak gerekir. İki, bu tür gelişmelerin sağlanması, araştırmayı önceleyen ve rahatlatan birikimlerin ve kalıcı kurumların oluşmasına bağlıdır. Bunların zayıflığı, Mehmet Genç Hoca’nın öteden beri yaptığı başlıca şikayetlerdendir.

1. Emanet:

Mehmet Genç’in çıkış noktası, onca uzun ömürlü ve dirençli olan Osmanlı Devleti’nin niçin sanayileşemediği ve dolayısıyla sonunda çağdaşlaşamadığı, çağa ayak uyduramadığı sorusudur. Bir yandan devletin uzun ömür ve direncinin özgün nedenlerini ve mahiyetini araştırırken bir yandan da Batı Avrupa’ya has sanayileşme sürecini bir ölçü olarak kabul edip, adeta, biz niçin onlar gibi olamadık sorusunun peşine düşmüş gibidir. Sonunda, Osmanlı Devleti’ne özgün gibi gözüken ama hemen bütün büyük yeni çağ devletlerinde görebileceğimiz, gördüğümüz önemli özelliklere işaret etmiştir. Bu bakımdan gözlemleri salt Osmanlı tarihçiliğine değil aynı zamanda yeni çağ tarihçiliğine bir katkıdır. Bu gözle bakılır, değerlendirilir ve geliştirilirse, Mehmet Genç’in araştırma ve saptamaları, Osmanlı tarihçiliğinin daha da önem kazanmasına vesile olacak mahiyettedir (ve öyle de olmaktadır).

Öte yandan, çağdaşlaşma süreçlerinin büyük ölçüde kuzeybatı Avrupa tecrübesine inhisar eden hikayesini esas alan ölçme, değerlendirme ve karşılaştırmaların. Mehmet Genç’in de çalışmalarında gerginlik ve sıkıntı yarattığını düşünmek mümkündür. Bu sıkıntıyı da aşmaya gayret gerekiyor.

Bir başka dar boğaz, memleketimizde devletin dışında bir tarihçilik düşünmenin zorluğudur. Devleti soyutlayıp yüceltirken insana körleştiren bu devletperestlik, bana sorarsanız, Türkiye Cumhuriyeti’nde özendirilip yerleştirilmiş olan tarihçilik anlayışının bir türlü aşamadığımız bir cenderesidir. Mehmet Genç başta olmak üzere bir çok kıymetli tarihçimiz, vergi vb. devlet kayıtlarını kullanarak fevkalade kıymetli bir mali tarih bilgisi inşa ettiler. Devlet ve devletlilerin zihniyet tarihine de çok katkıları oldu. Ama bunların ötesinde, vergi ödeyenlerin, üreticilerin, vilayetlerde olan bitenlerin, farklı farklı cemaatlerin tarihi konusundaki bilgilerimiz mahdut kaldı. Bu tür eksiklikleri gidermeye çalışmak da emanetin hakkını vermek ve bu arada Osmanlı tarihçiliğini de başka bir düzeye taşımak için vaciptir –diye düşünüyorum, naçizane.

2. Birikim ve Kurumlar:

Böyle bir tarihçilik için kurumsal bir çerçeve ve birikim gerekir. Birikim ve kurumsallık bir devamlılığın sağlanması ile ilgili işler. Böyle bir devamlılık bizde pek görülmüyor. Bir örnek olsun diye yakından bilenlere bir danışalım: Ömer Lütfü Barkan hocamız ile başlayan ve Mehmet Genç’i de yetiştiren İktisat Tarihi Enstitüsü ne ölçüde bir devamlılık sergilemiş ve birikim sağlamıştır? Mehmet Genç ağabey dahil, bu enstitüde yetişen tarihçilerin kitapları ve evrakı hep bir araya toplanabilmiş olsa daha iyi olmaz mıydı?

Başka bir örnek, hukuk tarihi. Bir zamanlar Marmara Üniversitesi birçok kıymetli hukuk tarihçisinin, yakın alanlarla da işbirliği yaparak çalıştıkları bir ortam sağlamıştı. Mehmet Genç’in de katkıları oldu o ortama. Fakat sonra herkes bir tarafa dağıldı. (Bu arada mesela İsrail’de Uriel Heyd ile başlayan Osmanlı Hukuk Tarihi çalışmalarının gayet düzenli bir şekilde geliştiğini hatırlayalım. Aynı şekilde, Harvard Hukuk Fakültesi’ne bağlı olarak başlayan İslam ve bu arada Osmanlı Hukuku çalışmalarının da bugün müthiş bir araştırma kütüphanesi ile de beslenen önemli bir merkez haline geldiğini hatırlayalım. Ya da birçok batı ve hatta doğu Avrupa ülkesinde kurulan ve gelişen benzer kurumları, araştırma merkezlerini düşünelim de sonra bir daha kendimize bakalım!)

Bizde Diyanet Vakfı böyle bir merkez kurma yolunda adımlar attı. Sonra vazgeçip üniversite kurmaya girişti. Bir de devlet arzusuna uyarak Amerika’da propaganda merkezi kurmayı seçti. O da battı. Türk Tarih Kurumu elindeki imkanları birikim ve kurumsal devamlılık sağlanmasına katkıda bulunmak için kullanabilirdi. Kaynaklarının kuru milliyetçi propagandaya hasredilmesi tercih edildi – benim görebildiğim.

Bilim Sanat Vakfı yaptığı onca hayırlı eğitim ve yayın işlerinin arkasından bir de ileri düzeyde araştırmaları kolaylaştıracak bir merkez kurabilirdi. Onun yerine üniversite kurmayı tercih etti. Gerçi üniversitemiz, Şehir Üniversitesi, araştırmayı mümkün kılmak ve kolaylaştırmak için iyi bir kütüphane ve çeşitli enstitüler kurmaya da girişti. Ama bunları geliştirecek kaynakları bulmakta zorlandı. Sonra da malumunuz devlet müdahalesiyle hepten yıkıldı. İmkân ve devamlılık sağlansa, Mehmet Genç’in onca özveri ve göz nuruyla yıllar boyunca biriktirdiği notlar, kaynaklar ve kitaplar da her halde Şehir’de toplanmakta olan başka kıymetli koleksiyonlara eklenirdi. Olmadı! Mehmet Genç’in bu mirasının hakkıyla değerlendirilebilmesi açısından Marmara Üniversitesi de düşünülebilirdi, iyi bir kütüphane geleneği olduğu için. O da olmadı! Dua edelim, şimdi gidecekleri yerde süs olmaktan fazla bir işe yarayabilsinler.

Boğaziçi Üniversitesi de tarih araştırmaları için iyi bir birikim ve devamlılık oluşturmaya kendi çapında özen göstermiş ve bunu bir ölçüde başarmış bir yerdir. Ama şimdi orası da dağılıyor, dağıtılıyor. Geriye Koç Vakfı’nın kurduğu enstitüler kalıyor. Dua edelim de onlar esirgensin ve uzun soluklu bilimsel çalışmaların gerektirdiği kurumsal devamlılığı sağlayacak bir ciddiyetle gelişsin ve araştırmayı, bahusus tarih araştırmalarını  kolaylaştıracak ve özendirecek başka ortamlar da oluşsun.

Dedim ya, Mehmet Genç hocamızın en sürekli şikayetlerinden biri, memleketimizde bilimsel çalışma ortamlarının (ve ona sorarsanız) ciddiyetinin eksikliğiydi. Bu eksiklikleri karşılamak için Şehir Üniversitesi’nde gösterilen gayreti ve oluşan olumlu ortamı da onun için hep heyecanla ve memnuniyetle karşıladı. Şehir’in kapatılmasına da samimiyetle üzüldü, inanmak istemedi, mutlaka bir çare bulunabileceğini, bulunması gerektiğini düşündü. Olmadı!

Başlarda ben Mehmet ağabey gibi karamsar değildim ve ona boyuna itiraz ederdim. Bir birikimin oluşmakta olduğunu, bir yerden sonra daha kaliteli işler çıkarabilecek bir düzeye geleceğimizi söylerdim. O da “inşallah!” derdi, yürekten inanmak isteyerek. Şimdi ben karamsar oldum. Araştırmalarda belli bir kaliteyi tutturacak ve devamlılığı sağlayacak alt yapı, zihniyet, enerji ve kaynakların nereden çıkacağını düşünüyorum kara kara. Ama artık yaşlandığım için böyle düşünüyor olmalıyım.

Yoksa, Mehmet Genç hocamızın ismi gibi hep genç kalan bir yönü vardı, onu da hatırlardım: insanlara ve cevherimize inanç. Bu inancı da Genç’in emanetinin bir parçası sayalım ve koruyalım. O zaman gençlerin bizlerden daha iyi yetişmekte olduklarını görür, ümit tazeleriz. Bizim beceremediklerimizi onlar yapabilirler. Mehmet Genç’in ve başka kıymetli araştırmacıların başladığı veya ilerlettiği işleri daha da geliştirebilirler.

Not: Bu metin, 17 Nisan 2021 tarihinde, BİSAV bünyesinde gerçekleştirilen ihtifalde sunulmak üzere Engin Deniz Akarlı tarafından hazırlanmış, program sırasında katılımcılarla paylaşılmıştır.


KAYNAK:

https://blog.bisav.org.tr/2021/05/06/engin-deniz-akarlinin-gozunden-mehmet-genc/

Share:

Mustafa Özel yazdı: Wagner, Nietzsche ve Mehmet Genç

 

Mustafa Özel yazdı:  Wagner, Nietzsche ve Mehmet Genç


Devamı Nihayet'te... | https://www.birlikte.com.tr/nihayet-mayis-2021

Share:

1 Mayıs 2021 Cumartesi

İHSAN FAZLIOĞLU’NUN ANLATIMLARINDA MEHMET GENÇ

 

İHSAN FAZLIOĞLU’NUN
 ANLATIMLARINDA MEHMET GENÇ
[1]

 Muhammet NEGİZ

Covid-19 salgının gündemimizi meşgul ettiği bu dönemde vefat haberlerinin daha sık duyulması ister istemez bir hüzne sevk ediyor. Bütün bunlara ilave olarak derslerine, konferanslarına, sohbetlerine ve kitaplarına aşina olduğumuz mütefekkirlerin bu dünyaya veda etmesi, bu hüznü katmerlendiriyor. Bu hüzün, gidenlerin yerinin dolmayacağı düşüncesinin yanında, hayatta iken kıymetlerinin yeterince bilinmediği hissinden de kaynaklanmaktadır.

 Mehmet Genç hocamızın vedası da sevenlerini hüzünlendirdi. Ardından yazılan yazılar ve yapılan anma konuşmaları, kaybımızın ne kadar büyük olduğunu ortaya koydu. Hocamıza dair yazılan yazıları bir araya getirme çalışmam sırasında Mehmet Genç hocamızı tanımama vesile olan İhsan Fazlıoğlu’nun ilgili yazılarını ve konuşmalarını da inceledim. Bu inceleme neticesinde de İhsan Fazlıoğlu’nun Mehmet Genç hocamızdan bahsettiği bölümleri bir araya getirmeye karar verdim. Çok şey öğrendiğim bu çalışmanın okuyuculara da yararlı olmasını dilerim.


MEHMET GENÇ'TEN ALINTILAR
İhsan Fazlıoğlu’nun merhum Mehmet Genç'e dair yapmış olduğu paylaşımlarının her biri, üzerinde çokça düşünmeyi gerektirmektedir:

v  "Geçmişi değiştiremeyiz ama bilebiliriz; geleceği ise bilemeyiz ama değiştirebiliriz..."

v  "Tarihimizi, kendimizi ‘yüceltmek’ için değil; aksine kendimizi ‘düzeltmek’ için çalışmalıyız..."

v  "İlim çok pahalı bir şey... Tüm ömrünüzü vereceksiniz; neticede bir paragraflık katkınız -belki- olacak…”

 Bir televizyon programında Mehmet Genç hoca bu cümleyi biraz daha açarak şunları söylemişti[2]:

 "15 sayfa için tam 10 sene gece gündüz çalıştım. Yazdıktan sonra okuyan yarım saatte öğrenebiliyor ama bu konuda hiçbir monografi yokken bunu yapmasaydım o zaman çok tatminsiz olacaktım. Onun için akademik kariyeri bıraktım."

 

İHSAN FAZLIOĞLU'DAN BİR ANEKDOT
İhsan Fazlıoğlu, Mehmet Genç hoca hakkındaki bir anekdotu anlatarak bilim yolunun meşakkatli olduğuna işaret ediyor:

 Mehmet Genç Hoca'nın 60. meslek yıldönümü dolayısıyla bir toplantı yapılmıştı. Kendisi şöyle bir giriş yaptı. Dedi ki; 

 "Ben seksen yaşına geldim. Altmış yıldır Osmanlı tarihiyle ve iktisat tarihiyle uğraşıyorum.

  Dersiniz ki;

 - 'Altmış yıl sonra ne öğrendin? Neye vardın?' 

Henüz başlamamışım bile."

 

HAFIZA VE BUNAMA
İhsan Fazlıoğlu, bir konferansında, insanların tasavvurlarında ‘anı’ların önemli olduğu vurgusunu yaparak, hafızalarda yaşanan “bunama”ya işaret ediyor:

  “Türkçe’de anlamak kelimesi ‘anı’dan geliyor. Anlamak kelimesi geçmişe yönelik bir durumdur. Bir insanın bir şeyi anlayabilmesi için anılarının olması gerekiyor. Hafızanız yoksa anlayamazsanız. Hafızanız ne kadar derinse o kadar daha iyi anlıyoruz.

 Türkçe’de maalesef ‘hafıza’ kelimesini ‘bellek’ kelimesinin karşılığı olarak kullanıyoruz. Bilişsel Psikolojide bellek için ‘hayal hane’ ve ‘hafıza’ tanımları kullanılıyor. Hayal hane, resim olarak tabir edeceğimiz bir durumdur. Hafıza dediğimiz şey ise anı/anlam depolayan bir bellektir. Bizim sorunumuz işte bu hafıza dediğimiz bellekle ilgilidir. Mehmet Genç hocamızın değimiyle ‘Bu konuda bir bunama durumundayız.” 


ÇİVİLİ SEMERİN HİKMETİ
Bu metin üzerinde çalışırken İhsan Fazlıoğlu’nun konferans, ders ya da seminerlerinde Mehmet Genç’ten sıkça bahsettiğini fark ettim. Ahlâk-ı Alâ’î Okumaları derslerinden birisinde İhsan Fazlıoğlu, Mehmet Genç’ten dinlediği “Çivili Semer”e dair şu hikâyeyi anlatmıştır:

 (…) 1600’lerde yazılmış bir kitap buldum, hazırlıyor bir arkadaşım. Çok enteresan bir kitap... Belki bahsettim size, bahsetmişimdir. İstanbul’da bir fakihe kadın, beylere Üsküdar’da ders veriyor. Ondan sonra tabi ilmi yetmiyor, sıkışıyor. Kocası büyük bir müderris, bir gün ona diyor ki; “Nazariyat yazıp duruyorsun. Toplumun ihtiyaçlarına amelî fıkıh kitabı yaz." Yazan adam kendisi anlatıyor bu hadiseyi. "Ben" diyor, "oturdum bunu yazdım". 

 Türkçe… Çok güzel bir Türkçe… Harekeli hem de. İşte, başlıyor, hane halkından başlıyor; kadın, erkek, çocuk, hizmetçi, komşular, bunların birbirleri üzerindeki hakları.

 Ne var bir de biliyor musunuz? İlk defa gördüm, hukuku’l-hayvan, hukuku’n-nebat. Bahçedeki ağaca tokat atayım mı? Yok öyle bir şey, ne atıyorsun yahu? “Kafana göre hareket edemezsin, onun hakkı var” diyor. “Hayvan, kedi-köpek, benim kedim, benim köpeğim” diye bir şey yok. “Hukuk” diyor, hukuku’l-hayvan.

 Dinleyici: 1600 kaç demiştiniz?

İhsan Fazlıoğlu: 1600’lerin başı. Tabii ben, Mehmet Genç’ten öğrendim. Tam Süleymaniye Camisi yapılırken hemen bu Beyoğlu’ndan Süleymaniye’ye bakan tepede geliyor bir Fransız ressam, otel kiralıyor. Süleymaniye’nin resmini daha Süleymaniye yapılırken çiziyor. Şimdi resimlerde enteresan bir şey var. Semer… 

 Semerde çiviler var. Şimdi bunu gâvurlar nasıl yorumluyorlar? İyi çalışsın… Ama işin garibi çiviler hayvanın tarafında değil, üzerine oturulan tarafında. Köleler için mi diye düşünüyorlar. Bunu bir türlü çözemiyorlar. Kaynak da yok. Fakat 1600’lerin sonu, 1700’lerin başında mahkeme kayıtlarında enteresan bir şey çıkıyor. 

 Diyor ki müşteki olan: 

"Efendim, daha önceki adet ve uygulamalardan biliyoruz ki, hayvanlara yük taşıtıyoruz. Adam 5 kilometre yük taşıtıyor. Getiriyor adam onu, çekiyor. Amele, yükleri boşalttıktan sonra geri dönmeyecek mi, 5 kilometre daha? Üzerine biniyor hayvanın.”

 Kural koymuşlar, demişler ki: “Hayvanlara binilmeyecek. Yürüyeceksin. Çünkü hayvan 5 km. yük taşımış, sen niye biniyorsun? Zaten yorgun senin gibi...”

  Fakat bizim oradakiler bunu bilmiyorlar, dinlemiyorlar. Bunun üzerine “çivi konacak, binmesinler” demişler.

 “Mahkeme kaydında böyle” diyor. "Fakat" diyor, "bunu da” diyor, “kalın sof yaparak onun üzerine sererek biniyorlar."

  Kadının kararı ne? Hemen uzmanı çağırıyor, diyor ki: 

“Şu kalınlıktaki sofun etkisinin azalacağı çivinin büyüklüğü ne kadardır?”

  Uzman, “Şu kadardır.” diyor.

 Bir fetva, “Bütün İstanbul’daki katır, -eşek-atlar zaten savaş aleti- eyerlerindeki çivinin boyu şu kadar olacaktır,” diyor. Sof işe yaramıyor. Anlıyorlar ki geriye dönüp, demek ki bu o dönemden beri var.

  Hayvan hakları mı dedin? İşte burada, ama biz bunu bilmiyoruz ki… 


OSMANLI VE ZEKÂ AVCILIĞI
İhsan Fazlıoğlu, Mehmet Genç hocanın Osmanlı döneminde toplumun zeki fertlerine yönelik yaklaşımına dair ifadelerini örneklerle zenginleştirerek aktarıyor:

 Deha milyonda birdir. Seksen milyonuz sekiz tane dehaya ihtiyacımız var bizim değil mi? Neredeler? Toplum, kültür olarak dehaları öldürüyoruz, yok ediyoruz. 

 Mehmet Genç hoca der ki; Osmanlı bir zekâ avcısıydı. Müthiş bir sistem var Osmanlıda. Toplumun en zeki insanlarını tespit ediyorlar. Köle bile olabilir. Tunuslu Hayrettin Paşa, köle ama Abdülhamid'in sadrazamı. Kaptan-ı Derya Hasan Paşa köle bu adam, Merzifonlu Mustafa Paşa Merzifonlu bir sokak çocuğu. Barbaros Hayrettin korsan. 

 Benim dedem Hacı Süleyman Fazlıoğlu 1650 Akıncı beyi, Trabzon'un en önemli eşkıyası bu adam. Adam iki, üç bin kişiyi etrafında topluyorsa doğal liderdir, lider olmak kolay mı? Liderin okulu var mı, ben okudum lider oldum, enteresan adam. Osmanlı bu liderleri paşa yapıyor. Paşa yapıyor ama doğal çevresinden uzaklaştırıyor, Balkanlara gönderiyor. Hacı Süleyman Fazlıoğlu savaşarak ölmüş. Dedemin dedesi Hüseyin Efendi o da eşkıya, onu da Trabzon Subaşısı yapıyorlar. En iyi hırsız bütün hırsızları bilir. Trabzon eyaletini mum gibi yapıyor adam. Osmanlı zeki adamı buluyor ve hemen önünü açıyor, açmakla kalmıyor, bir de itekliyor. 

 Biz de zekâ avcısıyız. Niçin? Gördüğümüz yerde öldürüyoruz sınıfın en zekisini. Hoca asistan almaz, kendisini geçer diye. Sonra da "çok geri kalıyoruz" diyorlar, ilerletecek adamları öldürürsen, nasıl ilerleyeceksin?

 

DEĞERLER VE MÜŞTEREKLİK
Şimdiye değin nazarî olarak dile getirdiklerimizi tarihî örnekler üzerinden temsil edebiliriz. Hatırıma ilk gelen örnek, -1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın Kafkasya cephesi komutanı olan- Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın anılarında Kafkas cephesi ile ilgili anlattığı şu olaydır: Oldukça fazla yaralının olduğu birlikler sazlıklar arasından küçük kayıklarla geri çekiliyordu. Her tarafı inlemeler kaplamıştı; düşman, askerlerin yerini kolayca tespit edebilirdi. Ayağa kalkıp “Bu bir emirdir; herkes sussun!” diye seslendim. Ses bıçak gibi kesildi; uzun bir süreden sonra karşı kıyıya ulaşınca, niçin hiç ses çıkmadığını ben de merak ettim; bakınca gördüm ki yaralıların çoğu ölmüş ama ölürken dahi seslerini çıkarmamışlar. Ölüm gibi bir hadiseye rağmen gösterilen bu susma becerisi, dış bir otoritenin baskısı ile sağlanamaz; bunu yalnızca, askerî anlamda kanonik yapıyı içselleştirebilen bireyler yapabilirler... Ya da Viyana bozgunundan sonra gönderilen kendi idam fermanını, isyan yerine, kendinden sonraki en kıdemli Paşa’ya vererek infazını isteyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tavrı devlet terbiyesine ilişkin kanonik yapının içselleştirilmesine bir örnektir. 

 Mehmet Genç Hoca’dan dinlediğim başka bir örnekte, Bosna’daki bir Osmanlı muhasebecisi ile Tebriz’deki bir Osmanlı muhasebecisini aynı şekilde davranmaya iten bürokratik moral değerlerdeki müşterekliktir... Hem küçük hem de büyük ölçekte, topluluklardaki ya da toplumlardaki muhtelif yaşama katmanlarına ve davranış tiplerine ilişkin ahlâkî, dinî, siyasî, ailevî, vb. kanonik yapılar, hissettirmeden ama hassasiyeti ve hissiyatı besleyerek, hiç görülmeden ama her yerde varmış gibi; transcendent(aşkın) değil ama transandantal(aşkınlık); a-historic ve meta-historic değil ama tarihsel; kısaca her birimizin hiç ortada gözükmemesine karşın sanki varmış gibi ortak bir dilbilgisi kurallılığına göre konuşmamızı sağlayan yapıya benzer bir rol oynarlar... Elbette bu yapıların zemininde anlam-değer dünyasına ilişkin manevî değerler ile dinî-hukukî biçimsel değerler yer alır. İçselleştirilen bu yapılar, belirli bir terkipten sonra, kişin tercihlerine uygun biçimde ferdî ahlâkın zeminini oluştururlar. Bu şekilde oluşmuş ferdî ahlâk kendine göre eylemek için artık haricî bir otoriteye gereksinim duymaz.

 Sonuç olarak, mensubiyetlerimizin ve aidiyetlerimizin binlerce yıllık tarihî bir tecrübesi var. Bu tecrübe, min-vech(bir yönden) pek çok özelliği haizdir. Kanaatimce bu özelliklerin en önemlilerinden bir tanesi, aklın merkezîliğidir. İkilik ve çatala düşmeden akla dayalı kanonik yapıların üretilmesi, ortak akıl, ortak dil ve ortak değerin/vicdanın inşası için elzemdir; tersi durumda tekillikleri, ferdîlikleri tartışarak tüketmek oldukça zordur.

 

KİTAP VE KÜTÜPHANE
Kitapların geleceği, kütüphane ve ilmi araştırma derken İhsan Fazlıoğlu, anlattıklarını Mehmet Genç hocadan bir alıntı ile mühürlüyor:

  Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabın kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı kitap, dijital ve internet yayıncılığı, hızla, basılı kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma kütüphâneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basma kütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üzere değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere kullandığı kütüphâneler şeklinde... Elbette direnilecek, basılı kitabın erdemlerinden bahsedilecek, iktisâdî çıkarları zedelenenler itiraz edecek vs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek... Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında, neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden yayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayarda okumak benim için zor; ama çocuklarım için kolay; torunlarım için -belki de- "bir zamanlar kitâp diye bir şey vardı"ya dönüşecek...

 Bunları dikkate alarak şöyle ifâde edelim: Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: "Mütevâzı bir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüphane ile başlar." 

 Türkiye'de böyle bir kütüphane var mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri'nde? Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı siz yapabilirsiniz. Kafanızı malûmât vererek şişirmek istemem.

 Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir öyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüvvet'ten sonra ilmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazla kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyâset ya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar malûmâtfüruş olmak daha câzibeli.

 Bilgi'ye değer verirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, gerekli cehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhâfaza eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna inanmıyorum: İstanbul'da öyle bir kütüphâne kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun. Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır; başka hiç bir şey olmaz.

 

BİLGİ VE CEHALET
Arka Kapak dergisinin 13. sayısındaki söyleşide İhsan Fazlıoğlu'na yöneltilen "(...) Bildikçe, öğrendikçe, ilim yolunda ilerledikçe ne kadar az bildiğimizi de fark ediyoruz.  Siz bu alanda önemli araştırmalar yapıyorsunuz. Üzerinde yaşadığımız toprakların tarihini, kültür ve medeniyetlerini, örf ve adetlerini; özetle geleneğini anlama noktasında eğitim alanında neler yapılabilir? İslam bilim tarihi dersleri her üniversitelerde zorunlu olarak okutulsa faydalı olur mu?" şeklindeki sorunun cevabında da Mehmet Genç hocadan izler vardır:

Üstad Mehmet Genç’in ifadesiyle, “bilgi balona benzer; cehâlet ise onu dışarıdan kuşatan uzaya…; bir balon ne kadar şişerse onu dışarıdan kuşatan uzay da o kadar genişleyeceği için bilgimiz artıkça cehâletimiz de artar” Bu ifadenin en önemli şahidi bizatihi felsefe-bilim tarihidir. Korkulacak şey sâbitliktir; hareket varsa bir şekilde yola girilir… 

Her zaman söylediğimi tekrar edeyim: Bir millet kendi tarihini uzmanlara bırakamaz; Çin ya da Arjantin tarihinden bahsetmiyoruz. Tarihimiz kültürümüzün en ince kılcal damarlarına kadar sinmelidir; süreklilik ancak böyle sağlanabilir. Bu toprakların tarihî tecrübesiyle övgü ve sövgüden uzak sağlıklı bir ilişki kurmalıyız; kurulan ilişkileri geliştirmeli, derinleştirmeli, eğitim ve öğretime dâhil etmeliyiz. İslâm bilim tarihinin her üniversitede zorunlu olarak okutulmasına gelince, bu tür işler bir bütünün parçası ise işe yarar yoksa ters teper; nefret uyandırır. (…)

HER ŞEYİ BİLMEK...

İhsan Fazlıoğlu, geçtiğimiz yılın Ramazan ayında, Gazzali'nin "El-Munkız" adlı eseri üzerine verdiği derslerden birisinde konu hakkında uzman olmayan kişilerin iddialı sözlerinden yakınırken Mehmet Genç hocamızın bir ifadesine atıfta bulunmuştur:

 "(...) Bilen-bilmeyen, her konuda konuştuğu için... Mehmet Genç hocanın güzel bir cümlesi var: 'Her şeyi bilen Türk'ten Allah'a sığınırım.' 

Her şeyi bildiğimiz(!) için biz... Hepimiz! Biz de çünkü o kültürün içerisinde yetiştik."

 İhsan Fazlıoğlu, toplumsal bir yaramıza Mehmet Genç hocamızın sözlerini hatırlatarak işaret etmiştir.

 BİLİM MİRASINI SÜRDÜRMEK

İhsan Fazlıoğlu, Mehmet Genç hocamıza veda mesajında Necip Fazıl'ın mısralarıyla seslenmişti sosyal medya mahallesinde… Aynı sesleniş ve dua ile yazıyı nihayete erdirelim:

 "Ustada kalırsa bu öksüz yapı, 

Onu sürdürmeyen çırak utansın!"

 

Yazının eksik yönleri için affınızı istirham ederken, Mehmet Genç hocamıza Allah'tan rahmet dilerim; makamı âli olsun.

    


KAYNAKLAR

Fazlıoğlu, İ.(2016). “Taşköprülüzade Sempozyumu Kapanış Konuşması”, https://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/prof-dr-ihsan-fazlioglu-taskopruluzade-sempozyumu-kapanis-konusmasi.html

Fazlıoğlu, İ.(2018). “Mefhumu Görmek Mefhum ile Görmek”https://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/prof-dr-ihsan-fazlioglu-konferansi-mefhumu-gormek-mefhum-ile-gormek.html

Fazlıoğlu, İ.(2016). “Ahlâk-ı Alâ’î Okumaları Ders Notları”, https://fazlioglu.blogspot.com/2019/10/ihsan-fazlioglu-ile-ahlak-i-ala-i-okumalari-ders-notlari-bolum-10.html

Fazlıoğlu, İ.(2017). "İslam Temeddününü Okumak: Hayat görüşü, Dünya Resmi ve Dünya Tasavvuru Açısından Bir Değerlendirme”, https://fazlioglu.blogspot.com/2018/12/ihsan-fazlioglu-semineri-islam-temeddununu-okumak-hayat-gorusu-dunya-resmi-ve-dunya-tasavvuru-acisindan-bir-degerlendirme.html

Fazlıoğlu, İ.(2014). “Sonuç ile Süreç Arasında: ‘Gençlik’ Bir Soru mu Bir Yanıt mı?”, https://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/ihsan-fazlioglu-sonuc-ile-surec-arasinda-genclik-bir-soru-mu-bir-yanit-mi-itibar-dergisi.html

Fazlıoğlu, İ.(2013). “Kitâbı bırak, okumaya bak!”, https://fazlioglu.blogspot.com/2018/07/ihsan-fazlioglu-kitabi-birak-okumaya-bak.html

Fazlıoğlu, İ.(2016). "Ne Hintli bilgeler gibi sadece 'kendini', ne de İskender gibi yalnızca ‘dünya'yı fethetmek…", Arka Kapak Dergisi, 13. Sayı, https://fazlioglu.blogspot.com/2018/06/prof-dr-ihsan-fazlioglu-ne-hintli-bilgeler-ne-de-iskender-arka-kapak-iktibas.html

Fazlıoğlu, İ.(2020). “El-Munkız Okumalarından Bir Kesit”, https://twitter.com/rafbekcisi/status/1262859214474657797?s=20

Fazlıoğlu, İ., Twitter Hesabı, https://twitter.com/ihsanfazlioglu



[1] Muhammet Negiz, 02.05.2021, mnergiz@live.com

[2] Mehmet Genç: 15 sayfa için tam 10 sene gece gündüz çalıştım, Dr. Mehmet Genç ile Söyleşi, Ayşe Böhürler, Tvnet Türk Kahvesi Programı, 6 Şubat 2019, (Transkripsiyon ve düzenleme: Muhammet Negiz), https://www.dunyabizim.com/alinti/mehmet-genc-15-sayfa-icin-tam-10-sene-gece-gunduz-calistim-h34012.html



*Bu yazı Dünya Bizim Kültür Portalı'nda  (https://www.dunyabizim.com/mercek-alti/ihsan-fazlioglunun-anlatimlarinda-mehmet-genc-h43368.html) yayınlanmıştır.
Share:

MEHMET GENÇ İLE SÖYLEŞİ

MEHMET GENÇ İLE SÖYLEŞİ

Mehmet Genç, 1934 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde doğdu. Mülkiye (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) mezunu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın asistanı olarak akademik hayata başladı. “Sanayi Devriminin Osmanlı Sanayiine Etkisi” adlı doktora tezini hazırladı. 1966 yılında araştırmalarını detaylandırmak için Başbakanlık Arşivi’nde çalışmaya başladı ve bu çalışma hiçbir zaman bitmedi. Yaşayan en önemli Osmanlı iktisat tarihçisi kabul edilen Mehmet Genç Hoca ile gençlik yıllarından Osmanlı devlet yapısına uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.

İlk olarak şunu sormak istiyorum: Haydarpaşa Lisesi’nde talebesi olduğunuz Nihal Atsız’dan öğrendiğiniz en önemli şeyin zarafet olduğunu söylüyorsunuz. Bir hoca, talebesine zarafeti nasıl öğretebilir ya da bir talebe hocasından zarafeti nasıl öğrenebilir?

Bu öğretenin bir yeteneği sanırım, öğrenenden de yetenek isteyen bir şey. Çok zarif bir insandı Nihal Bey. Biz tabii köyden gelmiştik, bir sürü acemilik yapıyorduk. O bunları hiçbir şekilde kâle almıyordu, fakat kendi davranışlarıyla bizim hatalarımızı hiç incitmeden düzeltiyordu. Necip Fazıl’ı da tanıdık sonra. O tam tersiydi, o hemen söylüyordu, “Köylü ayılar!” filan diye. Gayet sert bir şekilde azarlayarak öğretiyordu. Nihal Bey çok rafine bir adamdı. İnce, zarif bir adamdı. Allah rahmet eylesin. Mümin değildi zannedersem, fakat onun milliyetçiliği hakikaten hiçbir insanı incitmeyen bir milliyetçilikti.

Biz milliyetçiliği batıdan aldık, yerli malı değildir pek. Onun milliyetçiliğinde de zarafet vardı ve Türklüğü tüm değerleriyle sevdiği için İslam’a son derece saygılıydı. Dine bir müminin gösterebileceği kadar saygı gösteren bir insandı. İnşallah sonunda akıbeti hayır olmuştur, Allah rahmet eylesin.

Asistanlığını yaptığınız Ömer Lütfi Barkan’ın şahsında bir ilim adamı nasıl olur gördüm diyorsunuz. Bir ilim adamı nasıl olur?

Doğrusu Barkan’ı tanımadan ilim adamı nasıl olur bilmiyordum. Evet, tabii üniversitede hocalarımız vardı, okuduğumuz, derslerini dinlediğimiz. Onların arasında bilgi sahibi olanlar da vardı ama ilim sahibi adam yoktu. Bizim Türkler hâlâ ilim deyince, ilmi yazan ecnebileri okuyup öğrenip, âlim olduklarını düşünürler genellikle. Hâlbuki ilim, ilim adamlarını okuyarak kazanılabilen bir şey değildir. Bilginin sınırlarında dolaşmak lazım, akıncı gibi, meçhule doğru… Barkan böyleydi, bilmediklerini kendi gayretiyle bilmek isteyen, araştıran bir insandı. Onun için gece gündüz çalışıyordu. İlimden başka bir kaygı taşımıyordu. Sonra okuduk, bunun ayet olduğunu öğrendik. O zamanlar bunu bilmiyorduk: “İlmi isteyene veririm.” demekle ne kastedildiğini, haddimiz olmayarak sonradan anladık. İlim istemek için hakikaten onunla hemhâl olmak, fenafil ilim olmak gerek. Onu gerçekten isterse insan, ancak ulaşabilir. Barkan öyleydi, gecesi gündüzü araştırdığı konu ile yaşamaktan ibaretti. O bir şans oldu benim için…

Muhammed Hamidullah da öğrencilik yıllarınızda İstanbul’da edebiyat fakültesinde ders veriyordu. Derslerine siz de katıldınız sanıyorum. Sizde bıraktığı intiba ne idi? Ve daha sonra eserlerine/düşüncelerine temas şansınız oldu mu?


Aslında Barkan’dan evvel, ilk olarak onu gördüm. Ankara’da Mülkiye’de okurken felsefe ile ilgileniyordum. Hilmi Ziya Ülken rahmetli, Türkiye’de felsefe ile ilgili yazan aşağı-yukarı tek bildiğimiz insandı. Metafizik dersleri vardı, onlara girerdim. O arada Muhammed Hamidullah geldi, onun derslerine de girdim. Ama onun dersine pek fazla girmedim, neden bilmiyorum. Fakat ilmin reenkernasyonu gibi, tevessülü gibi göründü bana. Âlim böyle olur herhâlde dediğimi hatırlıyorum. 19 yaşındaydım herhâlde.

İktisada, daha doğrusu Osmanlı iktisat tarihine yönelmeden önce felsefe okumaları yaptınız. En çok kim/hangi filozof etkiledi sizi? Ve bu etki ne yönde oldu? Şunun için soruyorum; çok okuduğunuzu bildiğim Nietzsche ve özellikle Schopenhauer felsefe tarihinde pesimist olarak bilinirler, sizin üzerinizdeki etkileri nasıl oldu?

Evet, kötümser onlar ama… Onlardan sonra da Kierkegaard okudum, Kierkegaard’ın korku ve titreyişi beni çok etkiledi. Karamsarlık Hristiyanlığın içinde, Hristiyanlığın trajik pozisyonuyla alakalı gibi geldi bana. Kierkegaard, Hz. İbrâhim’in hikâyesini anlatıyor. O hikâyeyi ele alışı beni çok etkiledi. Fakat o hikâye bizim çocukluğumuzda ilk bildiğimiz şeydi, hep anlatılan bir hikâyeydi. Ama hiçbir zaman Kierkegaard’ın gördüğü şekilde Müslümanlar görmedi onu. Hristiyanlık geleneğinde çok muhteşem anlatılır, birçok versiyonuyla. Hz. İbrâhim o tecrübeden sonra, Tanrı ile ilişkisini kesti diyor bir versiyonda. Bir başka versiyonda, çocuğunu yatırıyor kesmek için ve ona diyor ki: “Sen zannediyor musun ki ben Allah’ın emrini yerine getirmek için seni kesiyorum?” “Hayır!” diyor, “Ben putperestim ve onun için seni kesiyorum.” diyor ve içinden de: “Allah’ım sana olan inancını kaybetmektense beni putperest bilmesini tercih ederim.” diyor. Bu korkunç trajediyi bizim Müslüman kültürü ortadan kaldırmış. Ortadaki trajedinin izlerini silmiş…

Nietzsche’nin pesimistliği pek yoktur. Schopenhauer pesimisttir hakikaten. Nietzsche’de daha bir dinamizm vardır, hatta Yunan pesimizmini anlatırken onu yorumluyor; gücün aşırılığı Yunan düşüncesinde trajediyi doğurdu. Trajedinin doğuşu Yunanların zaafından değil, gücünün fazlalığından diye bir yorumu var.

Belki ben de biraz pesimistim, bilmiyorum, olabilir…

Schopenhauer Nietzsche’yi de çok etkiledi. Ve çok güzel bir kitap yazdı Nietzsche, henüz çok gençken. Okumuşunuzdur, Eğitimci Olarak Schopenhauer diye. Fakat ondan sonra Schopenhauer’den uzaklaştı Nietzsche. Sonuna kadar Schopenhaueriyen kalmadı. Nietzsche Wagner’e de çok önem verdi ilk olarak, sonra ona da isyan etti. Biraz gel-geç tabiatta diyebileceğim, çok dinamik bir yönü var.

Müslüman inancında o pesimistliğin yaşatılması vasatı yok diye düşünüyorum. Ben gençliğimden beri Müslüman inancı içinde yetiştim. O inançla problemlerimiz oldu ama hiçbir zaman dışına çıkmadık. Hasılı, pesimizm bana biraz dokunup içime kadar işlemedi diyebilirim.

Bir yazarı, bir düşünceyi öğrenmek için, o düşüncelerin ifade edildiği dili öğrenmek gerekir diyorsunuz. Tercümelerin kalitesi her geçen gün artıyor. Buna rağmen felsefe metinlerini orijinal dillerinde olumak zorunlu mu sizce?

Ben mesela Nietzsche okudum, Schopenhauer’i belki felsefe tarihinde okudum, onu beğendim ama Türkçede kitapları yoktu. Nietzsche’nin Zarathrusta’sı çevrilmişti o zaman, onu okudum. Çok beğendim, çok etkiledi beni ve bu yazarı okumalıyım diye düşündüm. O zamanlar Mülkiye’de öğrenciydim ve bir yabancı dil bilmiyordum. Gerçi Fransızca okuyorduk ama o da kitap okuyacak seviyede değildi. Almanca okumaya karar verdim, kendi kendime. Bir Almanca kitap aldım, Deutsch für Ausländer diye bir şeyler satıyorlardı o sıralar. Aldım, bir parkta oturdum ve bir iki ders yaptım. 18-19 yaşlarındaydım…

Stefan Zweig, Nietzsche’nin biyografisinde anlatır. Der ki, Nietzsche’nin Almancası keman yayı gibi gergin bir Almancadır. Kendi kendime dersler yaparken onu düşündüm, ben Nietzsche’yi okumak için kaç sene Almanca öğreneceğim? O zaman isabetli ama esas itibariyle yanlış bir kararla, bu dedim mutlaka Fransızca’ya çevrilmiştir. Benim de epey Fransızcam var, ben bir senede Fransızcamı Nietzsche’yi okuyacak hâle getirebilirim diye düşündüm. O düşünce esas olarak doğruydu, akıllıycaydı, ama çok sonra anladım ki, bir yazarı okumak için, onun dilini bilmek, o dilde okumak gerekir. O sırada Unomuno’yu da okudum, onun altmış yaşında Danca öğrenmeye kalktığını öğrendiğimde çok etkiledi beni. Kierkegaard Almanca’da var ve o bütün bu dilleri bilen biri, Danimarka dili ise hiç kimsede yok. Sonra anladım ki, bir düşünceyi dilden koparmanın imkânı yok.

Ben Schopenhauer’den birkaç şeyi çevirdim ama hiçbir zaman yayınlamadım. 20 yaşındaydım, biliyordum ki Fransızcadan Schopenhauer çevrilmez, sonra o kadarını idrak ettim. Çok sonra Fransızların bir ekonomi-sosyal ilimler dergisinde, Kant’ın Fransızca çevrileri çıktı. Kant 1780’lerde yazdı, hatta Kritik der reinen Vernunft 1785 tarihli, o sene bir Book review yapılmış ve Kant’ın kitabını analiz ediyor. O zaman onu okudum, 1985’te 200. yılında tekrar bastılar. İngiliz ampirisizmi ile Fransız rasyonalizmini birbirine eklemlemeye çalışan bir kitap tanıtımı. Königsberg’te coğrafya profesörü… Öyle bir yorum… 20 sene evvel Anal dergisinde çıkan Kant’ın çevirileri, 1800’de başlamış ve belki 10 kadar çeviri yapılmış, adam bunların hepsini analiz ediyor ve diyor ki Fransızca’ya Kant henüz girmemiştir. Kant’ı veya Hegel’i düşünenler, çok iyi Almanca bilenlerdir. Tercümeden bir filozofun anlaşılması mümkün değildir…
Bu sadece felsefe için geçerli değil. Bizim mesela Osmanlı tarihi hakkında ansiklopedimiz var; İslam Ansiklopedisi. Sıradan şeyler yazılıyor. Ama yazıyı yazanın dilinden okumak, tercümesini okumaktan çok farklı, bunu şimdi görüyorsunuz. Tabii Arapça bilmeden, bizim Osmanlı entelijansiyasını, düşüncesini anlamak mümkün değil. Çünkü Arapçayı onlar çok iyi öğrendiler ve aydınları, kadıları o dili rahat kullanıyorlardı… Bugün İngilizcenin kullanıldığı gibi.

Bizde de 1980’den sonra ciddi kitaplar çevriliyor, Batı düşünceleri, daha evvel bu yoktu, sadece klasikler vardı, 1940’larda. Ondan sonra çok sıradan politik, gündelik şeyler çevrildi. Ciddi kitapların çevrilmesi 1980’den sonra başladı ama başlangıçta çok kötü çevriliyordu. Felaket derecede kötü. Hatta Osmanlıca Türkçesiyle yazılanların bugünkü Türkçeye aktarılması daha da kötüydü. Çok kötü…

Yani dil ve düşünce birbirine çok bağlıdır. Biz Türkçede çok vahim yanlışlar yapmışız, sonradan farkına varıyoruz. Sadeleştirme olabilir ama tasfiyecilik korkunç bir şey. Siz mesela germanofonsunuz, Osmanlı aydınları Arapçayı kullanıyorlardı. Türkçe bu derin karmaşık şeyleri ifade etmek için yapılmamıştı, devlet idare etmek, savaş düzenlemek içindi daha çok. O işleri çok iyi yapıyordu. Türkçenin de maharetleri, üstünlükleri var ama onun zaaflarını da bilerek hareket etti Osmanlılar ve üç dili birleştirdiler. Farsça, Arapça ve Türkçe ile muhteşem bir dil yarattılar, Osmanlı Türkçesi. Maalesef onu terk ettik, onu terk etmek o kadar önemli değil, kavramları attık. Kavramları atınca da düşünme kabiliyetimiz kayboldu, farkında olmadık.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ve bugün hâlâ, Osmanlı’daki ahlaki, idari vs. çürümüşlüğün (!) çöküşe yol açtığı öğretildi genç nesillere… Bugün bunun aslında böyle olmadığı; Osmanlı’nın -tırnak içinde- yeni şartlara ve en çok da ekonomik/kapitalist sisteme entegre olmadığı/olamadığı için ‘‘yenildiği’’ daha rahat ifade ediliyor. Buna rağmen sormak istiyorum: Osmanlı’nın kurduğu idari/kamusal sistemde tıkanan herhangi bir yön yok muydu? İçeride her şey mükemmelken, sadece dışarıdaki değişim ya da dışarıdan gelen sadmeler mi yıktı Osmanlı’yı?

Osmanlıları sadece dış âlemde, muhitte meydana gelen değişmeler yıktı demek çok şık bir şey değil, ama bu gerçeğe daha yakın… Osmanlılar değişmekten çok, bir huzur ortamını meydana getirmeye çalışıyorlardı. Ve herkes için, bütün yönettikleri insanlar için, yaşanabilir bir toplum meydana getirmek istiyorlardı. O toplumun özelliklerinden biri çok fazla değişmek değildi, kapitalizm hiç değildi. Ama kapitalizmin getirdiği endüstriyalizm; muazzam teknolojik değişim; prodüktive artışı ve zenginlik… Bunlarla Osmanlı sisteminin mücadele etmesi mümkün değildi, bu açık. Ama kendisinin değişmesi ve onlara benzemesi de bütün değerler sistemini reddetmek anlamına geldiği için yapamazdı, yapmadı.

Bizim toplumumuz kapitalizmi yeni yeni benimsiyor. Şu son 10 senede. Cumhuriyet, söylemi ne olursa olsun, kapitalizmi içine sindirmiş değildi. Batı’ya da çok pahalıya mal oldu kapitalizm, kendi halkının çok büyük kesimi muazzam acılar gördü. Fakirlik, sefalet, açlık; en basiti dilencilik. 18. yy’da Berlin, Paris ve Londra’nın nüfusu İstanbul kadardı, Osmanlı’da neredeyse hiç dilenci yok iken Londra ve Paris’te elli bin dilenci sokaklarda sefalet içinde yaşıyordu. Hâlen Amerika’da 20-30 milyon sefil, perişan, fakir insan var. Kapitalizm bunu üretiyor. Tabii, bizim kapitalizm sayesinde ve kapitalizm yüzünden başımıza gelenler de çoktur. Biz de beter fakirliklere düştük ama Osmanlı sisteminin bilerek isteyerek bu fakirlikleri yaratmaya gönlü razı olmadı. Osmanlı sistemi o yüzden, modern iktisadi büyümeye giremeden onun dışında kaldı. Gıdım gıdım benimsemek zorunda kaldıklarıyla ucundan tutarak geldik 20. yy sonuna. Şimdi İslam komünistleri var, onlar da ayrı bir âlem…
Kapitalist olmadan yaşamanın imkanı yok… Müthiş sert, zalim, insanın kâr hırsı, bütün bu teknolojik gelişmeleri ve değişmeleri sağlıyor. Peki netice ne olacak? Hawking’in yeni bir haberi çıktı, yeni bir gezegen bulamazsak 1000 seneden fazla yaşamayız burada diyor. Tam bilmiyorum, çevre üzerinde bizim etkimiz mi olacak, yoksa astrolojik alanda biz istesek de istemesek de Mars’ın başına gelen gibi bir şey mi olacak… Ama kapitalizmin getirdiği dinamizmin dünyamızı mahvetmeyi başarmak üzere olduğu görülüyor. Çevre kirliliğinde herhâlde insanın da parmağı var ve bu da kapitalizmin doğurduğu süreçlerin doğrudan veya dolaylı sonuçları olarak algılanabilir…

Peki Türkler de artık zokayı yuttu mu? Biz de artık tamamıyle kapitalist olduk ve yeni bir şey önerme şansımız kalmadı mı sizce?

Türklerden korkulur. Türkler müthiş bir hayatiyeti olan bir soy. Bunu ırkçı bir anlamda söylemiyorum. Türkler Çinlilerle karşılaştılar, ki o muhteşem Çin medeniyetini biz şimdi öğreniyoruz. O zamanki Türkler tabii bizden daha iyi biliyorlardı. O medeniyetten, Çinlileşmekten kurtardılar kendilerini, uzak durdular, kendi bağımsızlıklarını korudular. Ondan sonra batıya geldiler -iyi ki de geldiler, orada kalsaydık mahvolurduk- ve burada Osmanlı Devleti’ni kurdular. Bu büyük bir başarı, üniversal bir başarı. Zenofobik korkulara yer vermeden dünyanın en büyük çeşitliliğini korudular.

Ben Kırgızistan’a gittim, Asya’nın ortasında bir yer, tabii çok iyi analiz etmiş değilim ama bizim oradan gelişimiz Avrupa’nın Amerika’ya gidişine benziyor. Siz Avrupa’da yaşıyorsunuz, ben üstün kötü birkaç kez gittim, Amerika’ya da gittim. Batı medeniyetinin filizini Amerika diri tutuyor, Avrupa’da biraz bitmiş gibi. 1970-80’lerde Amerika’ya gittim, Avrupa’yı da gördüm, orada şu intibayı aldım: Gelişmekte Avrupa’nın seviyesine ulaşırız belki ama ne Avrupa ne de biz, Amerika’ya ulaşamayız. Bu söylediğimi, tüm sosyal bilimciler kabul ettiler… Biz İslam’ı Orta Asya’dayken tanıdık ama değişik dünyalarla karşılaşıp onlara yenilmeden hayatta kalmayı başardık. Bundan sonra da çok parlak bir geleceğimiz var.
Avrupa’ya giden Türkler de, Anadolu’ya gelen Türkler gibi, fakir, geçinecek hayat kaynakları sınırlı… Her şeyi sırtlarına yükleyip geldiler, sessiz sedasız. Anadolu’da Bizans yıkılıyordu diye biliyoruz, bitmiş gibi zannediyoruz ama hiç öyle değil. Ben Nevşehir’e gittim, orada kayaların içinde oyulmuş kiliseleri, evleri gördüm. 11. yy’da Türkler gelirken, Anadolu Hristiyanlığının da dinamizm içinde olduğu buradan anlaşılıyor. O dinamizm ve Türkler kendilerinden çok daha medeni olan bir hayatın içine girdiler ama asimile olmadılar, tersine 300 senede asimile ettiler, Anadolu’daki herkesi Müslüman ya da Türkçe konuşur hâle getirdiler.

Toynbee’nin gelecekte bir “dünya devleti” nasıl olabilir sorusuna verdiği cevap, Osmanlı’nın örnek alınabileceğini de içeriyor. Çeşitliliğe katlanmak, birlikte yaşamak, bizden farklı olana yaşama şansı tanımak konusunda Osmanlı’dan alınacak dersler neler?

Bir kere Osmanlı tecrübesi, dünya tarihinde benzeri olmayan bir tecrübedir. Muazzam bir çeşitliliği kontrol etti Osmanlı ve her türlü farklılıkla birlikte yaşamayı denedi. Hiç kimseyi fazla incitmeden… Müslüman kaldılar ama Müslümanlığın tanıdığı toleransın en azamisini uygulayarak bu haritayı yönettiler. Orkestra şefi gibi, çeşitli aletleri çalan insanları bir harmoni içinde bir arada yaşatmayı başardılar. Toynbee onu söylüyor… 1970’de Osmanlı sisteminin dünya tarihindeki yeri diye bir toplantı yapıldı Amerika’da, kitabı da yayımlandı daha sonra. Orada diyor ki Toynbee, ki çok proottoman olan, Osmanlı muhabbeti olan bir adam değildir, ama 1970’deki ifadeleri çok enteresandır. Osmanlı bittikten sonra huzur diye bir şey kalmadı o coğrafyada, insanlar birbirini boğazlamaya başladı diyor.
Ben vaktiyle Batı literatürü çok okudum, Osmanlı dünyasıyla ilgili. Sona ermesi beklenen bir sistemi analiz eden birçok Batılı şunu söylüyordu: Bu bölge bir felakettir, bu bölgeyi bunlardan başka kimse idare edemez. Yeni başladığım zaman okuduğum şeylerdi ve ben Cumhuriyet formasyonuyla, ona inanarak okumuyordum onları. Ama sonuna kadar başarılı olduklarını, Osmanlı sistemini okudukça görüyor insan.

Batı’da milliyetçilik çok fena, Batı’nın genetiğinde var bu. Şimdi Amerika’da o genetiği biraz aştılar. Almanya nasyonal sosyalist iken muazzam bir güç ve enerji biriktirdi ve bütün Avrupa’yı istila etti, bütün dünya birleşerek beş senede ancak yenebildiler. Almanya ırkçı olmasa idi bunu yapabilir miydi bilmiyorum, ama yapsa başarırdı. Irkçılığı yüzünden Avrupa’ya hâkim olamadı.

Biz milliyetçiliği Batı’dan ithal ettik, bizim milliyetçiliğimiz İslami ve kardeşlik muhabbetidir. Tekrar ona yavaş yavaş dönüyoruz. Kürtlerle başka türlü halledemeyiz meselemizi, değil mi? Osmanlı bakış açısına dönüş gibi biraz ve bunun geleceği olduğunu zannediyorum. Ki bir kere yalnız Kürtler değil, Türkiye’de birçok etnisite var. Mesela Boşnaklar, Türk değiller, Türkçe konuşmuyorlar ama kendilerini Türkiye’nin bir parçası sayıyorlar. Bu bizim Osmanlı mirasımızdır.

Osmanlı’daki çeşitli milletler gerçekten çok mu mutlu/huzurluydu? Yoksa bugünkü tahammülsüzlüğün de etkisiyle, o dönemi romantize mi ediyoruz? Sözgelimi Osmanlı’da Hristiyanlar 2. sınıf, Yahudiler ise 3. sınıf vatandaş olarak görülmüyor muydu? Tanzimat Fermanı’ndan sonra Mülk-i Osmani dahilinde gavura gavur denilmesinin yasaklandığı, buna mukabil Hristiyanların Yahudilerle eş tutulmak istemeyip buna itiraz ettiği söylenir. Doğru mudur bu durum ya da ifadeler?

Osmanlılar Müslümandılar. Samimi, ciddi Müslümandılar. Müslümanların, Müslüman olmayanlara tanıdığı bir statü vardır. Osmanlılar fıkıhta yerini bulan o statüyü mümkün olduğu kadar yumuşak tutmaya çalıştılar. İslam’dan çıkmayacak derecede müsamaha gösterdiler, onlar 2. sınıftı vs…. Öyle bir şey yok! Şeriatın Müslüman olmayanlar için kabul ettiği statüyü Osmanlılar benimsediler. Ama yumuşatmaya çalıştılar. Fiilen baktığımız zaman bir kere Müslüman olan ve olmayanlar arasında çok iyi ilişkiler ve ortaklıklar vardı. Komşuluklar vardı, aynı çarşı içinde, aynı şirket içinde, belgelerimizde var bu. Yunanlılar 1821’de bağımsızlık için ayaklandılar, 9 sene mücadele ettiler, çok kanlı oldu onların ayaklanması, inanılmaz derecede kanlı. Sonunda bağımsız devlet hâline geldiler ama Greklerin çoğu Türkiye’deydi. Yani, orada küçük bir gruptu. O kalanlara da Yunan milliyetçiliği aşıladılar. Ve İmparatorluğun her tarafındaki Yunanlılar hadise çıkarmaya devam ettiler, en son Kıbrıs’a kadar…

Gavura gavur demeyeceksiniz vs… Gavur demiyorlardı ki zaten. İktisat tarihi dolayısıyla, fiilen nasıl yaşadıklarına dair veriler var, aynı köyün yarısı Müslüman, yarısı Hristiyan. Bunlar Hristiyandır, bunlar Yahudidir diye yönetim eliti bu diskriminasyona hiçbir zaman sahip olmadı.

Osmanlı sisteminin çökmesinin en başat sebebi olarak, kapitalizme geçmemesi, geçememesi, geçmek istememesi olarak gösteriliyor, siz de öyle düşünüyorsunuz. Sahip oldukları adalet tasavvuru, sermayenin tek elde, belirli merkezlerde toplanmasına müsaade edemezdi, etmedi diyorsunuz. Ancak cumhuriyet ile yeni bir döneme girildi. Devlet kendi eliyle bir burjuva sınıfı oluşturmaya çalıştı. Kısmen de başarılı oldu. Bugün, özellikle son 10 yılda, üçüncü bir döneme girdiğimiz, yani artık sermaye sahibi, dünya ölçeğinde güçlü bir ‘’yerli’’ burjuvazinin ortaya çıktığı ve Osmanlı’dan bu yana muhafaza etmeye çalıştığımız eşit dağılım/adalet ilkesinin artık pek gözetilmediğini, dolayısıyla -daha önce ‘‘yenildiğimiz’’- kapitalist dünya ile artık mücadele edebileceğimiz söylenebilir mi? Küresel kapitalist iktidar sahipleri artık bizden korkmamalı mı? Ne dersiniz?

Kapitalizmi benimsedik ama İslam’ı tamamen reddetmedik. Hem Müslüman hem kapitalist olmayı başarırsak, o zaman ciddi bir alternatif olur. Belki rakiplerimizin akıllı olanları bunu gördüğü için, İslamofobi dedikleri şeyi çıkarıyorlar. Tabii kapitalizmin biraz ehlileştirilmesini deneyen Avrupa, aynı zamanda hayatiyetini de kaybetmekte. Müslümanlık kapitalizmi ehlileştireyim derken onu iğdiş etme riski olabilir, onu bilemiyorum ama İslami değerlerle telif edilirse burada bir hayat ümidi olabilir bence.

Uzun süre Amerika’da bulundunuz. Amerika’nın çokkültürlülüğü, yerli-yabancı, biz-ötekiler vs. konularındaki komplekssizliği bir yönüyle meşhurdur. Osmanlı’daki çokkültürlülükle benzeşen tarafları var mı oradaki durumun? Yoksa birbiriyle karşılaştırılması mümkün olmayan iki farklı olgu mu?

Tabii ki farklı, fakat bu farklılık içinde bazı benzerlikler var. Mesela, Osmanlı Müslümanlara karşı sınır koymuyordu. Kendilerine Memalik-i İslamiye, Müslüman ülkeleri diyorlardı. Bir Müslüman, mesela bir Endonezyalı, Çin'den bir Müslüman gelse Osmanlı’daki bir Müslüman gibi muamele görürdü. Yani hiçbir nasyonalite farkı hesaba katılmazdı. Osmanlı’da evet, Müslüman olmayanların hakları sınırlıydı belli alanlarda… Örneğin yönetime katılmaları kolay değildi. Alt kademelerde, teknik alanlarda çalışıyorlardı. Yükselebilmeleri için Türkçe bilmeleri, Müslüman olmaları gerekirdi. Amerika’da da buna benzer şeyler var. Yani İngilizce konuşuyorsa, kendini Amerikalı kabul ediyorsa, belki Hristiyan, Protestan ise başarı şansı var… Amerikalı bir yazarın Osmanlı sistemiyle ilgili çok güzel bir kitabı var. Ta 1914’te Osmanlı sona ererken, Osmanlı sistemini araştırmış ve Kanuni Devrinde Osmanlı Hükûmeti diye yayımlanmış bir kitabı var. O kitabında devşirme sistemini anlatıyor. Devşirme sisteminde biliyorsunuz, Hristiyan çocuklarını küçükken alıp onları Müslüman olmaya zorlamıyorlar ama Müslüman oluyor neticede. Türkçe öğretiyorlar, ondan sonra onları çok iyi eğitiyorlar. O bunu anlatıyor, nasıl eğittiklerini anlatıyor ve şöyle bir mukayese yapıyor. Başarılı olanları muazzam sıkı eğitimle, başarı testleriyle yükseltiyorlar, diğerleri de sıradan asker, subay filan oluyor. Ve Amerika ile mukayese ediyor yazar. 1910’larda Amerika fırsatlar ülkesi. Amerika’ya git, İngilizce öğren ve ne istersen yapabilirsin. İstediğin zenginliği, rütbeyi kazanabilirsin. Bu mukayeseyi yapıyor, Amerika’da diyor demokrasi insanların önündeki engelleri kaldırıyor, fırsat eşitliği sağlıyor. Osmanlı sistemi de bunu yapıyor, yalnız arada çok önemli bir fark var diyor, Amerikan sistemi fırsat eşitliği yaratıyor ve sizi bırakıyor, kazanabilirsen ne ala, kazanamazsan sen bilirsin. Osmanlı öyle değil, kulağından tutup gidebileceği yere kadar bizzat götüren bir sistem, dünya tarihinde böylesine bir meritokratik sistem görülmemiştir diye ifade ediyor.
Yani, Amerika da devşirme sistemini uyguluyor bir yönüyle. Dünya ölçeğinde yapıyor bunu. Çocuk alıp eğitmiyor. Memleketlere eğittiriyor, onların en zekilerini alıyor. Kendisi sonra biraz daha üst düzeyde eğitim veriyor. Onların en parlak olanlarını alıyor, gerisinin de yarısını casus olarak geri gönderebiliyor.

Bernard Lewis’i bilirsiniz, Amerikan vatandaşıydı, Amerikalılıkla Osmanlılık birbirine çok benzer diye ifade ediyor, Amerikalılık da seçilen bir şey. Siz gidersiniz, benimsersiniz, Amerika da sizi kabul eder… Osmanlılık da böyle bir şeydi. Yani Müslümanlık şartı vardı yükselebilmek için ama Tanzimat’tan sonra o da o kadar önemli olmaktan çıktı. Pekâlâ gayrimüslim olarak vezir olan insanlar oldu ama normal olarak klasik Osmanlı’da İslam'ı benimsemek ve dilini öğrenmek yeterliydi, kabiliyetleri varsa, istediği yere kadar gidebiliyordu insanlar.

Bosnalılar Müslüman oldular, Osmanlı’ya katılmak istediler, fethedilmedi oralar, kendileri kabul ettiler. Bir şartla kabul ederiz dediler; bizden devşirme alacaksınız. Zeki çocukları alıyor, çok sıkı şartlarda yetiştiriyor, ne kadar yeteneği varsa o kadar yükseltiyordu Osmanlı. Muazzam imkânlar veriyordu, 20-25 yaşlında vezir yapıyordu. Yönetim elitine çoğunlukla bu şekilde girdiler. 17. yy’da devşirme bitti tabii biliyorsunuz, ama ondan sonra da bu devam etti…

Yaşanmış onca şeyden geriye kalan kaydedilmiş çok ufak/cılız materyaller ile geçmişi yeniden inşa etmeye, anlamaya çalışır tarihçi ve işi diğer tüm sosyal bilimlerden çok daha zordur. Peki tarihçinin geçmişi kaleme alırken ya da geçmişte olmuş bitmiş şeyleri anlamaya çalışırken kendi kişisel tercihlerinden, dünya tasavvurundan vs. sıyrılıp objektif tarihçilik yapma şansı var mıdır? Olayları olduğu zamanda, olduğu gibi anlama şansımız var mıdır? Yoksa şu ya da bu oranda kişinin/tarihçinin dünyaya baktığı yerin, kişisel tercihlerinin, yazdığı tarihe karışması kaçınılmaz mıdır?

Bu çok zor bir sorudur. Bütün tarihçilerin tartıştığı bir konudur. Değerlerimizi tamamen bir kenara bırakıp paranteze alamayız tabii ki. Ama geçmişi değerlerimizin gösterdiği istikamete uydurmama imkânımız var. Tarihçi yalnız tarih disiplinin teknikleri içinde kalırsa geçmişe değerlerini çok daha yoğun bir şekilde yansıtabilir, geçmişi iyice değiştirebilir. İnterdisipliner çalışırsa, çeşitli sosyal disiplinler, hatta matematik, istatistik, tabiat bilimleriyle kritik-espri gelişirse, geliştirdiği oranda geçmişi mümkün olduğu kadar objektif hâle getirebilir.
Ama geçmiş nedir? Çok kompleks bir şeydir. Mutlaka yanlıdır, bakıldığı açıdan görülür. Her tarafı ile onu rekonstrüksiyon etmek son derece zor bir şeydir. Onun için devamlı tarih yazılıyor. Dönemin hâkim paradigmasına göre, ona göre tarihi yeniden düşünüyor ve yazıyoruz ve o zaman eski tarihçiler bunu göremediler diyoruz. Biz geçmişte olmayan bir şeyi empoze etmiyoruz. Başka bakış açılarından görülmeyeni görebiliyoruz. Yani, değerlerin etkisini böyle düşünebiliriz. Yine de sadece kısmi bir objektiflik söz konusu.

Gençliğinizden beri, bilgi sosyolojisi özellikle ilginizi çekiyor. Toplumsal yapı ile ortaya konan düşüncenin/felsefenin bir bağlantısı olması gerektiğini söylüyorsunuz. Bugünkü toplumsal yapımızın ortaya orjinal bir düşünce koyma şansı var mı?

Bu çok zor. Bunun için toplumda bilgi ile uğraşan bir grubun oluşması lazım, biz toplumumuzda henüz bilgiyi bir değer olarak benimsemedik. Baykan’ı bir bilim adamı olarak tek gördüm dedim, ondan sonra da görmedim. İşi bilgi olan bir grubun oluşması lazım, bu hâlâ yok. Tek tek var, tek tek çok değerli Türkler var. Ama kolektif olarak bilgi motivasyonuyla hareket eden bir sosyal grup henüz oluşmuş değil bence, ama oluşacak, yoksa bu dünyada yaşayamayız.

Son olarak, Avrupa’daki mevcut durumu, buradaki Türkiyeli göçmenlerin durumunu vs. az çok biliyorsunuzdur ya da gözlemleme şansınız olmuştur. Ülkelerine yüksek ihtimalle dönmeyecek olan Türkiye kökenli göçmenlerin sanatta, edebiyatta, tarih ya da felsefe alanında orjinal eserler verme imkânı nedir? Bunun koşulları nelerdir?

Bu çok zor bir soru… Bir kere yaşadıkları kültüre uyum sağlamaları lazım, asimile olmadan. Bu çok zordur. Ama Türkler bunu başaracaklar zannediyorum. Bu ellerinden gelecek, böylece yeni bir Türk çıkacak Avrupa’dan. Avrupa’yı siz Anadolu gibi yapacaksınız diye düşünüyorum. Biraz hayali olabilir ama bugün Anadolu Türkü Orta Asya Türkü gibi değil, başka bir Türktür. Avrupa’daki Türkler de bizden farklı Türkler olacaktır ama Türk olacaktır yine de. Bu milletin böyle bir genetik özelliği var.


Kaynak:

https://www.sabahulkesi.com/

Share:

En Popüler Yayınlar


Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!... İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. Yahya Kemal Beyatlı

DR. MEHMET GENÇ ARAŞTIRMALARI

Translate

Bu Blogda Ara

Link list 3