HALİL SOLAK'IN ANLATIMIYLA
MERHUM MEHMET GENÇ
Mehmet Genç hocamızın ardından yazılan yazıları kolay erişilmesi adına bir araya getirmeye devam ediyoruz. Halil Solak'ın Mehmet Genç hocamıza dair Twitter vasıtasıyla yapmış olduğu paylaşımlar istifadenize sunulmuştur.
Yararlı olması dilekleriyle...
Mehmet Genç ile ilk kez 2013'te bir söyleşi için buluşmuştum. Tadı damağımda kalan bir sohbetti. Çok merak ettiğim Mülkiye yıllarını sordum. Çünkü ilimle karşılaşması, ilim yapmaya karar vermesi tam o sıralardaydı. Yakalandığı bir hastalık da bu kararında etkiliydi: Verem.
Mehmet Genç anlatıyor:
"Mülkiye’ye 1954’te başladım. Neredeyse 60 sene olmuş... O zaman entelektüel bir ortam vardı Mülkiye’de. Tıp Fakültesi’nde, Dil-Tarih’te, Hukuk’ta, Veterinerlik’te okuyan, çeşitli eğilimlerde arkadaşlarımız vardı."
"Mülkiye’de yoklama yapılırdı, yani derse girme mecburiyeti vardı. Yoklamayı kaçırmamak için ekseriya derse girer fakat dersi dinlemez, merak ettiğimiz kitapları sıra altında okur ve bazen de yakalanırdık. Dersi dinlemediğimiz anlaşılınca epey azar işitirdik tabii."
"Gündüzleri ders saatleri dışında Milli Kütüphane’de kitap okur, akşamları kantinde toplanır, okuduklarımızı tartışırdık. O ortam hakikaten çok güzeldi."
"Aynı fikirde olmayan ama meselelerini çok dostça tartışan küçük bir gruptuk: Sezai Karakoç, Mehmed Şevket Eygi, Cemal Süreya, Orhan Duru, Ergin Günçe, Mete Tunçay, Taner Timur ve birkaç arkadaş daha…"
"Üçüncü sınıftan dörde yüksek bir dereceyle geçtim ve burs kazandım. Bu burs için de bir sağlık raporu istediler benden. Hastaneye gittim, bir küçük film çektiler ve tüberküloz çıktı, verem yani. İnanmadım, çünkü sigara içmeme rağmen kendimi gayet iyi hissediyorum."
"Herhalde yanlışlık oldu diye düşündüm ve normal büyüklükte yeni bir film çektirdim. Doktor filmi aldı, baktı ve gözleri parladı. Hiç unutmuyorum. Asistanlarını çağırdı yanına. Adamın heyecanlanması beni ümitlendirdi doğrusu."
"Ben, 'Sende bir şey yok. Raporunu al, okuluna devam et' demesini bekliyorum. Doktor asistanlarına döndü ve 'Arkadaşlar bu, ders kitaplarında gördüğünüz tipik bir tüberküloz vakası' dedi."
"Yıl 1956. Tüberkülozun şöhreti, ince hastalık. Ve mutlaka götürüyor insanı. O yıllarda halkın nazarındaki konumu öyleydi, benim de düşündüğüm oydu açıkçası. Bu bir idam hükmü. Kurtuluş yok. Yolun sonu göründü. Göründü ama bu doktor niçin heyecanlandı?"
"20 yaşında genç bir adamın idam hükmünü veriyor adeta fakat müthiş bir heyecan içinde. Bu çok ilgimi çekti, kendi derdimi unuttum bir anda ve ben de heyecanlandım.
"Doktorun zihnindeki şemanın gerçekleştiğini görmekten duyduğu haz beni çok etkiledi. Sonra öğrendik ki, tüberküloz ince hastalık ama öldürmüyor, öldürmesi şart değil. Şükür ki benimki çok fazla ilerlememiş olduğundan altı ay sırt üstü yatıp iyileştim."
"Zor geçti tabii. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ağabeyim çok hassas bir insandı. Hastanede yattığımı öğrenince ziyaretime geldi ve bana Dostoyevski’nin romanlarını getirdi."
"O zamana kadar roman okumuyordum, beğenmiyordum çünkü. Matematik, felsefe, sosyoloji beni daha çok ilgilendiriyordu. Romancıları, sanat dünyasını biraz küçümsüyordum da."
"Bir iki romanını okudum ve çok beğendim, diğerlerini de istedim. Osman ağabey hepsini getirdi. Fakat işin bir ilginç yönü de şu: Ben bir sanatoryumda tedavi görüyorum, yanı başımda tüberkülozdan ölenler eksik olmuyordu."
"Dostoyevski’nin okuduğum romanları da sanatoryumu andırıyordu adeta. Hemen her romanında tüberkülozdan ölen biri mutlaka bulunuyordu (gülüşmeler).
"
"19. yüzyıl veremin çok yaygın olduğu bir çağ tabii. Mesela bizde de II. Mahmud ve oğlu Abdülmecid veremden öldü. İki padişah kaybetmiş bir memleketiz veremden…"
"Edebiyatın da felsefe kadar, ilim kadar önemli olduğunu -bazı hallerde daha önemli olduğunu- anladım. O altı ayda edebiyata dair muazzam bir okuma yaptım: Tolstoy, Gogol, Çehov, Goethe, Shakespeare…"
"Okul bitti bitmesine ama bu tüberküloz tecrübesi beni çok değiştirdi. Bundan sonra öyle yorucu çalışmalar yapacak bir insan olamayacağımı düşündüm ve bu sürede yaptığım okumalar neticesinde ilim yapmaya karar verdim."
"O zamana kadar pek âlim görmemiştim, üniversite hocaları vardı ama… İlim adamı olarak bir tek Muhammed Hamidullah’ı gördüm o zaman. Hakikaten “Âlim böyle bir adamdır” diye düşündüm. İlmin tecessümü gibi göründü bana. Birkaç dersini dinlemek de nasip oldu."
"Mülkiye bitince fakültenin iktisat hocalarından biri bana asistanlık teklif etti ama kabul etmedim. İktisat, sosyal ilimlerin içinde matematiğe epey yakın olan bir disiplin; ama o zaman matematikle henüz flört halindeydi, tam gömülmemişti matematiğe."
"Öyle olsaydı belki isteyebilirdim. Ben hem tarih, hem felsefeyle bağlantı içinde, medeniyetimizin uğradığı büyük imtihanları analiz edebilmeme imkân verebileceği düşüncesiyle sosyolojiyi tercih ettim ve asistanlık kadrosunu beklemeye başladım."
"Mülkiye’deki kadro açılıncaya kadar Ankara Vilayeti Maiyet Memurluğu’na girdim, yani kaymakamlık stajına başladım. 5-6 ay sonra Diyarbekir’in Çüngüş ilçesine kaymakam vekili olarak tayin ettiler."
"Ben asistanlık için Ankara’da çalışıyorum, Weber, Durkheim falan okuyorum. Bu işten bir şekilde kurtulmam lazım diye düşündüm. İstifa etsem maiyet memurluğu gelirinden de mahrum kalacağım."
"Rahmetli Osman Turan o zaman Trabzon milletvekiliydi. Bir ara onun müdürlüğünde çıkan Türk Yurdu dergisine Osman Yahya’nın tasavvufla ilgili bir makalesini tercüme etmiştim, çok beğenmişti. Kendisinden yardım istedim."
"Onun yardımıyla Çüngüş’e yapılan tayin geri alındı. Kısa bir süre sonra bu sefer Şereflikoçhisar’a tayin ettiler beni; Ankara’ya çok yakın olduğu için oraya gittim ve 5-6 ay kaldım. Çok şey öğrendim orada."
"Ben halka yardım etmek istedim. Halk öyle susamış ki ilgiye… Sabah erkenden kaldırıyorlar. İnanır mısınız, bir ayağımda pantolon, bir ayağımda pijama, dertlerini dinliyorum. İnanılmaz şikayet ve talepler… “Karım beni dinlemiyor” diyen adamlar bile vardı."
"Mülkiye’deyken Cuma namazına gidiyordum. Vakit geldiği zaman hocadan izin alıp dersten çıkmam dikkat çekiyordu tabii. Onun için 'Bu bize uymaz' diyerek almadılar."
"İyi ki de almadılar, çünkü oraya girmiş olsaydım medeniyetimizin değerleri ve kökleri hakkında fikir sahibi olamazdım. Ben ancak Osmanlı tarihiyle ilgilenmeye başladıktan sonra tanıma imkânı buldum medeniyetimizi."
"Osmanlı tarihi, kitaplardan öğrenilebilecek bir alan değil, onu öğrenmeden de medeniyetimizin değerlerini tanımanın mümkün olmadığını epey uğraştıktan sonra anladım diyebilirim."
"O sırada rahmetli Ömer Lütfi Barkan’ın iktisat tarihinde asistanlık için bir imtihan açtığını duydum ve hemen başvurdum."
"Beni baştan çıkaran Max Weber oldu. O da iktisat tarihinden başladı ve yeni bir sosyoloji inşa etti. Ben de sosyoloji yapmak için iktisat tarihinin iyi bir başlangıç olacağını düşündüm."
"Ayrıca kendi tarihimizin derinliklerine de bu yolla nüfuz etme imkânı olur diyerek girdim imtihana ve kazandım. Barkan da lütfedip beni asistanlığa kabul etti. Böylece onunla birlikte İÜ İktisat Fakültesi Türk İktisat Tarihi Enstitüsü’nde çalışmaya başladım."
"O benim Türkiye’de gördüğüm tek ilim adamıydı. İlimden başka ilgilendiği hiçbir şey yoktu. Bendeki tüberkülozu teşhis eden doktordan sonra ilmî şevki ikinci kez Barkan’da gördüm ben. Çok büyük şans oldu benim için."
"Barkan Osmanlı arşiv belgeleri üzerinde araştırmalar yapıyor; vergi kayıtlarını, muhasebe defterlerini vs. inceliyordu. Onların yazıları eski yazı ama benim öğrendiğim kitap harfleri gibi değil, kargacık burgacık… Bu depresyona düşürdü beni."
"Çünkü bendeki 'Weber misalinden hareketle iktisat tarihi yaparsam birtakım sosyolojik genellemelere
ulaşabilirim' düşüncesi o belgelerin arasında adeta buharlaştı."
"Binlerce belgenin ayrıntılarından genel bir teoriye nasıl ulaşabilirim? diye düşünmeye başladım. Bu, büyük bir buhrana sebep oldu bende."
"Belgelerden yürüyerek birtakım genellemelere ulaşmak için 100, belki daha fazla sene yaşanmak gerekebileceği dehşeti gerçekten korkutucuydu."
"Ona [Barkan'a] asistanlık mülakatında sosyoloji yapmak istediğimi, sosyolojiye giremediğim için iktisat tarihini seçtiğimi açıkça söyledim. O da disiplinlerarası çalışmalara açık bir alim olduğu için bunu memnuniyetle karşıladı."
"Benim sıkıntılarımı görünce, 'Sen bizim tarzımızı beğenmedin, istersen sosyolojiye transfer edebilirim' dedi. Kabul etmedim, çünkü yazdıklarını beğeniyordum.
Barkan’ın diğer hocalardan farklı olduğunu, onun rahlesinde devam etmenin isabetli olacağını düşündüm."
"Tez konusunun seçiminde Barkan beni serbest bıraktı. Ben de 'Sanayi Devrimi karşısında Osmanlı ekonomisi nasıl bir tavır aldı?' sorusuna cevap aramanın peşine düştüm tezde. Hoca da peki dedi. Böylece çalışmaya başladım."
"19. yüzyılda Osmanlı Devleti uluslararası bir güçtü ve topraklarına muazzam bir seyyah hücumu vardı. Bu seyyahların metinlerinden tezimle ilgili bir şeyler çıkarırım diye düşünüyordum. Öncelikle Fransızca kaynakları taradım."
"İtalyanca ve Almanca kaynakları da Fransızca çevirilerinden okudum. Fakat Fransızca literatürü okurken İngilizceden yapılan çeviriler dikkatimi çekti. Onların verdiği bilgilerin daha kantitatif ve gerçeğe uygun olduğunu gördüm."
"Nihayet İngilizce öğrenip o kaynakları da okudum. Ne yazık ki bunlar da yetmedi. Batı literatüründen bir şey çıkmayınca mecburen arşive girdim. Arşiv bir umman…"
"Aşağı yukarı 60’ların ortalarında girdim arşive.
Doğrusu biraz da korkuyordum. Yazı devriminden sonra insanları eski yazıdan soğutmak için olumsuz bir atmosfer yaratılmıştı, 'Eski yazı zordur' gibi..."
"Ancak arşive girdikten üç ay sonra hemen her yazıyı okuyabilir hale gelmenin hiç de zor olmadığını gördüm."
"Okuduğum kitaplar birtakım fikirler veriyordu ama Osmanlı’da 19. yüzyılda sanayi sektörünün yapısını, üretim kapasitesini ortaya koymak ve değişmeleri anlamak için istatistiklerin olması lazımdı; bunlar yoktu. Şöyle düşündüm:"
"Osmanlı, uçan kuştan vergi alan bir devlet. Sanayi sektöründen de vergi almıştır ve bunların kaydı olmalıdır.
Hakikaten o kayıtları buldum. Mukataa kayıtlarında sanayi sektörünün bütün kuruluşlarının vergi verileri vardı."
"O zaman bu veriler üzerinde çalışırsam yapının nasıl değiştiğini çözebilirim diye başladım araştırmaya. Binlerce defterle -adeta samanlıkta iğne arar gibi- 3-4 sene uğraştım… Sonra rakamlar çıktı ortaya."
"Bu rakamların hiç değişmediğini gördüm. Yani bütün sektörlerde 19. yüzyılın başlarından, hatta daha önceki yıllardan itibaren vergi kalemlerine ait gelir rakamları hiç değişmiyordu."
"Biraz daha gerilere, hatta 18. yüzyılın başlarına kadar gittim ama orada da değişmediğini gördüm. Benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Osmanlının, arşivindeki belgelerin içeriğinden etkin bir bürokrasisi olduğu anlaşılıyordu."
"Ancak bu etkin bürokrasi 1700’lerden 1850’lere kadar niçin aynı rakamları tekrar edip duruyordu? Neticede bu rakamlar değişmediği için benim Sanayi Devrimi’nin Osmanlı ekonomisi üzerindeki tesirlerini araştırmak üzere girdiğim kantitatif çalışma yapılamaz oldu."
[Tezimi] Yazsaydım, şurada şu var, burada bu var diye tasvirden öte bir şey olmayacaktı. Bu da tarzıma uygun değildi…"
"Ondan sonra zekâ düzeyi oldukça yüksek görünen Osmanlı bürokratlarının bu rakamları uzun yıllar boyunca hiç değiştirmeden niçin tekrarladıklarını merak ettim. Tezi bir kenara bırakıp bilmeceyi çözmeye karar verdim."
İşte bütün macera aslında bundan sonra başlıyor. Mehmet Genç Hoca'nın ilmî serüveninin nasıl devam ettiğini merak edenler @otukennesriyat'tan çıkan kitaplarını okuyabilirler.
Hoca'ya Allah'tan rahmet dilerim.
Onu daima bu fotoğraftaki gibi mütebessim çehresiyle, "canımm" hitabıyla, o şahane esprileriyle ve elbette yazdıkları ve söyledikleriyle hatırlayacağım, hatırlayacağız.
Büyük hocalar vefatlarından sonra da derslere devam eder çünkü.
SON.









0 yorum:
Yorum Gönder